16 Mayıs 2011 Pazartesi

Kendine İyi Davran

14.03.2011 İstanbul

Eskilerden tanıdığım biri, neden bu lafı vedalaşırken kullandığımı sormuştu. “Kendine iyi davran…” O an, anlamını bilmiyordum. Sadece popülerdi. Herkes kullanıyordu. Aklıma nereden geldiyse söyleyivermiştim…

Arkadaşımın yanından ayrıldıktan sonra, aldı beni bir düşünce. Neden bu lafı kullanmıştım ki; “Hoşça kal” de, “allahaısmarladık” fena değil… ya da “bay bay” olabilirken, neden “Kendine iyi davran?..”

Anlam mı katmıştım kendime? Ne olmuştu? Bir arpa boyu yol mu kat etmiştim? Hayır. Üstüne üstlük bir de ukala damgası yemiştim.

Ne var ki zaman içinde bana tiksinti veren o cümlenin aslında çok şey ifade ettiğini fark ettim. Çünkü gerçekte kendime iyi davranmıyordum…

Hayatım tam bir düzensizlik içindeydi. Oysa ben çok eğleniyordum. “Ölünce bol bol uyuyacağım” mantık harikası (!) düşünce ile günde 3-4 saat uyuyordum.

Beni bilenler bilir. Fevkalade iyi yemek yaparım. Sofrada mutlaka sağlığa tehdit unsuru taşıyan gıdalar mevcuttur. Tabi bunca meze, yemek kuru kuru yenmez. İyi müzik ile alkollü içecek sofranın aslında en önemli olmazsa olmazıdır.

Hafta sonları tam bir kopuştur. Gündüz rakılamaları, “yaz geldi haydi havuz kenarında Tekila+bira” kombinasyonları ve akabinde akşam yemeği illa ki; mangal… Gece yarıları sahile inip damarlarımda kalan son kan damlalarını da alkol ile doldurup, o kafa ile ayın yansımasına doğru yüzmeler…

İş mi? Orası ayrı bir çılgınlık. Devamlı seyahat. Bir dönem havaalanı çalışanları ile kanka olmuştum. İkinci güvenlik çıkışında polis GPT taraması yaparken. “baba sen geç, seni bildik biz” diye takılmıştı. Hatta sorarım; Havaalanındaki kafenin garsonuna bile “her zamankinden” deme şansı, kaçımıza nail olur? Aslında diyebilirsiniz ama kaçınıza, istediğiniz sipariş gelir? A unutmadan! İşin en havalı tarafı da hosteslerin sizi tanıyor olmasıdır. İsmen hitap edilmeseniz de daha bilindik davranmaları, feci keyif verir adama…

İyi de ev hayatını nasıldı bu adamın? diyenlere işte cevap; Boşandım!

Ve biri bu hızlı gidişata dur dedi. 37 yaşımda bir kalp krizi ile ilk tokadımı yedim. Ciddi diyetler. Alkol ve sigaradan uzaklaşmalar. Spor ile birlikte kendime iyi davranmaya başladım.
Ancak bu kez de, sanki çok düzgün olan içsel yapımın, “bu yaşta, bu olay benim başıma nasıl gelir?” diyerek daha da bozulduğunu gördüm. E ne ekersen onu biçiyorsun hayatta. Çok geçmeden de eski hayatıma, eskisinden daha fazla kendime kötü davranarak geri döndüm.

Üstelik bana “kendine iyi davran” diyenler de sinir olarak...

Hep şunu derler; “Zararlı olan her şey, keyif verir” Çok doğru. Bana göre olan mutlu ve özgür yaşamıma devam ettim. Ama yaş ilerlerken, yaşımın yirmi sene öncesinden gelen aklımda, büyümeye ve olgunlaşmaya başlamıştı. Vücut artık bazı şeyleri kaldıramıyordu. Sevdiğim her şey, beni yavaş yavaş terk etmeye başlamıştı. Çok yemek, alkol ve sigara, uykusuzluk artık benim de hissedebileceğim boyutlarda rahatsızlık vermeye başlamıştı.

Sonunda karaciğer, kalp gibi organlarım bana küstü. Şeker denilen bu güne kadar bakkaldaki şeker sandığım illet hastalık, yavaş yavaş yanıma kadar sokuldu.

Durdum ve kendime iyi davranmaya karar verdim.

Neden mi?
Hayat arkadaşımı daha uzun sevebilmek için.
Arkadaşlarım ile bu dünyada daha güzel ve kaliteli zaman geçirmek için.
Daha fazla motora binip, güneşin daha çok yüzüme vurması için.
Daha uzun süre havayı koklayabilmek, iki yudum çay içtikten sonra “ne olacak bu memleketin hali?” muhabbetine devam edebilmek için.

Kendinize iyi davranın…

Nefesim Nefesime

13.03.2011 İstanbul
Bu pazar amaçlı ve gönüllü uyandım, İstanbul’a sıcak yüzünü yansıtan güneş ile birlikte. Sanki okula yetişen çocuklar gibi heyecan doluydu içim. Kıpır kıpırdı.

Bu pazar sokaklar bir başka göründü güzüme. Bir iyi niyet, bir şefkat vardı sanki simit tezgahlarında, Üsküdar Meydanı’nda. Motor ile İstanbul’a geçerken, boğaz rüzgarları yüzüme baba şefkati gibi dokundu. Soğuktu ama ben ısınmıştım. İçim, kıpır kıpırdı. Amaçlı ve gönüllüydüm.

Bir türkünün, bir kıtasını tutturdum kendimce;
“Yatar gül harmanı gibi
Canımın dermanı gibi
Har yanında çiçek açmış
Bin boğa ormanı gibi
Nesine yar nesine
Ölürüm ben sesine
Bir daha vursa idi
Nefesim nefesine”

Martıları göremedim. Bugün uçmayı bırakmışlar mıydı? Beşiktaş Meydan’ındaki güvercinlerde yoktu sanki. Dolmuş sırası beklemeden geldim Taksim’e ve yürüdüm İstiklal’de binaların arasından bir çıkıp bir kaybolan güneş ile oynayarak.

Bu pazar amaçlı, gönüllü ve de heyecanlı ulaştım Mekteb-i Sultaniye meydanına. Meydanda bekleyen kalabalığın içine yürüdükçe simalar tanıdık gelmeye başladı. Birkaç gülümseyen yüz ile öpüştük, sarıldık. Ne kadar da uzun zaman olmuştu görmeyeli kalem arkadaşlarımı.

Haller, hatırlar çarpıştı tarihi binaların arasında. Sigaralar içildi eski günlerdeki gibi üst üste. Nefesim nefeslerine karıştı. Muhabirken sokaklarda turlarken, bir basın toplantısını beklerken ya da gece acil kapısında haber koşuştururken karşılaştığım tüm meslektaşlarımı kucakladım bu Pazar. O günler ile bu günler arasındaki tek fark göbekler ve beyaz saçlardı. Güldük, iç çektik uzunca. Sonra bir baktık ki, eksiktik. En değerlilerimiz yoktu aramızda.
Buruldum bir an, gözlerimin kuruduğunu fark ettim. Göz yaşlarım çekildi, terk etti beni. Başımı öne eğdiğim an, dostların neden hep, kötü bir şeyler olduğunda bir araya geldiğini düşündüm. Omuzlarımın üzerinden başımı dik tutmaya çalıştım. Aramızda olamayan özgürlükleri ellerinden alınan arkadaşlarım için Nedim için, Ahmet için ve yıllardan beri özgür olamayan basın için dik tuttum inadına. İşte, içim yine kıpır kıpır.

Pankartlar dağıtıldığı an aslında ne kadar da güçlü olduğumuz anladım. Meydan’da bir an yüzler, binlere ulaşmıştı. Bazı gazeteci dostlarımız çocukları eşleri ile katılmıştı yürüyüşümüze. Hatta koltuk değnekleri ile gelen bir yazar ağabeyimizin inançlı protestosu heyecanıma daha bir heyecan kattı.

Ağır ama bir o kadar da kararlı adımlarla yürürken İstiklal’de, sloganlarımız alkışla, tebessüm ile karşılandı biz basın emekçilerinin. Başım daha da dikti artık. Yaptığım işin haklı gururu ile vardım Taksim Meydanı’na. Amacımı, gönüllü olarak gerçekleştirdim. İçim kıpır kıpırdı.

Bir işe yaradığımı, çorbada tuz olduğumu hissettirdi bu Pazar günü bana. Vedalaşırken arkadaşlarımla, bu eylemin, amacına ulaşmasını temenni ettim. Özgürlükleri ellerinden alınan arkadaşlarımın, bu Özgür ve Demokratik (!) ülkenin emekçi saflarında yeniden yer almasını istedim.

O arkadaşlarım için yine omuz omuza, güneşli ve kuşların özgürce süzüldüğü ortamlarda nefesimin nefeslerine karışmasını diledim…

10 Mart 2011 Perşembe

İmam osurursa Cemaat…

Bir elimle attığı tokadın acısını ovalarken yüzümde, gelişine patlatmıştım yumruğu suratının ortasına doğru. Yere kapaklanmış şakkın bakarken bana, içimi tarifsiz bir korku , bir telaş kaplamıştı. Çok geçmeden de kulağımda sanki kerpeten ile sıkılıyormuş gibi bir ağrı…

Salak bir kolonya şişesi yüzünden ortaokul sıra arkadaşım ile kavga etmiş ve bir öğretmen tarafından cezalandırılmıştım. Kızların önünde yediğim tokada mı yanayım yoksa attığım o yumruğa mı ya da öğretmenin cezasına mı bilememiştim.

Aynı günün sonunda, okul çıkışında arkadaşımın beni takip ettiğini gördüm. Dönüp yanına gittiğim zaman hiçbir şey söylemeden bana tekme tokat daldı. Bende ona. Hiç bitmeyecek gibiydi. Nefesim daralmıştı. Çevreden gelen esnaf ayırdı bizi. Sonra da bir bakkal dükkanının önünde bizi oturtup, özür dilettirip, nasihat verdi.
“Arkadaşsınız siz, kardeşsiniz, memlekete hayırlı evlatlar olun!”gibi… Boynumuz önde sus pus dinledik adamı. Sonra kalkıp beraberce yürümeye başladık. Bir ara arkadaşım çantasından çıkardığı plastik kolonya şişesini bana uzattı. Suratında bir tebessüm, onurlu bir duruş vardı.

Yıllar sonra Üsküdar meydanında motordan inip işe gitmek için dolmuş beklerken, burnumun dibinde iki araç birbirine giriverdi. Öndeki araç sahibi arabadan inip, aracının arka tamponuna baktı ve arabanın bagajını açıp “Haydar” yazılı, tornalanmış, kalınca bir sopa çıkartı. Sopayı omzuna yaslayarak bir eli cebinde kendi aracına vuran arabanın arka tarafına geçti. Ardından sopa ile aracın arka stop farlarını kırdı. Bagajına da bir iki darbe indirip, tekrar kendi aracına doğru baktı. Aynı bir ressamın manzara resmi yaparken zaman zaman manzaraya bakıp, tablosuna fırça darbeleri vurur gibi sopası ile kırdığı stop lambalarına küçük dokunuşlar yaptı. İşini bitirmiş olmanın gururu (!) ile sopasını tekrar omzuna yaslayıp kendi aracına doğru giderken, ona çarpan aracın şoförüne selam vermeyi ihmal etmedi.

Arabasına binip uzaklaşırken orada biriken halk ki; buna ben, trafik polisi ve arkadan çarpan aracın sürücüsü de dahil sadece baka kaldık.

Yakın bir zaman Kocaeli’ne giderken yolda iki araç beni makas yaparak geçti. Biri sağımdan, diğeri de solumdan. Bir iki kilometre sonra da araçlardan birini yolun sağında emniyet şeridinde park halinde gördüm. Önümdeki araçlar da yavaşladığı için beni şok eden o manzarayı net olarak seyretmek zorunda kaldım.

Park eden aracın üç metre kadar önünde, saçları apaçi kesimli 20’li yaşlarda bir çocuk yerde oturmuş vaziyetteydi. Sol bacağından kan sızıyordu ve elinde bir silah vardı. Yanındaki yine o yaşlarda bir iki çocuk, elerinde sopalar gelen geçen araçlara bağırıp çağırıyorlardı. Yüzlerinde nefret, intikam maskeleri vardı. Ama en çok korku…

Kanımın akmadığını fark ettim. Kalbim durmuştu. “Böyle bir olay ancak filmlerde olur” diye düşünmeye başlamıştım. Oysa her şey buz gibi gerçekti.

Gençken, fikir üretemezken, bir iki kere kavga etmişimdir. Ama asla ne sopa, ne de silah kullanmışımdır. Bu gün derdini anlatamayan bir çok insan silahlanmış durumda. Ve bunu da kendilerinde hak olarak görmekte.

İşin komik tarafı bu ülkeyi yönetenler hiçbir önlem almazken, olayları seyretmekle kalıyor. Aslında olay trajikomik. Bakıldığında onlarda aslında ülkeyi böyle yönetmiyor mu? Demokrasi ve özgürlük adı altında askere, çiftçiye, işçiye, memura, basına hakaret edilmiyor mu? Suçsuz olan sadece fikrini beyan edeni almıyorlar mı içeriyle? Ha silah çekmişsin, ha elindeki gücü kontrolsüz kullanmışsın ne fark eder ki?

Haliyle ne oluyor? İmam osuruyor, cemaat sıçıyor… Buna da vatanı kaosa götürmek isteyenler kıçıyla gülüyor…

5 Şubat 2011 Cumartesi

Carpe diem

Cimcik cimcik makarna… Hatırlayamazsın, sen öldün… Bir hastanede ben, sen can çekişirken, hemşirenin sürümediği ördeği sürdüğüm 17 yaşımdı. Masalların ile hayal dünyama renk kattığın masalcım. Buruş buruş ellerin vardı. Hatırlıyorum.

Ne oyundu ama. Önce senin bir elinin üzerine benim ufak elimin, ufak ama tombul parmakları ile tuttuğum. Sonra senin parmakların ile incitmemek adına tuttuğun benim elim ve sonra yine benim elim ve senin elin… Cimcik cimcik makarna… Tekerlemenin sonunu bilerek uttum. Hatırlamakta istemiyorum…

Uzun boylu bir adamdın sen. Sabah kimsecikler uyunmadan kalkıp sıcak ekmekle gelmeyi pek severdin eve. Sonra bir sigara, sabahın gazetesi, vaz geçemediğin keyif olurdu. Benim içinsem keyif, sıcak ekmek ve gazetesini okuyup, sigara tüttüren adamı seyretmek.

Tam olarak sensiz 22 yıl oldu dede… Beraber ders çalışmalarımızı hatırlarım… O zaman ben kaçak sen de kaçaktın. “Sigaran var mı?” diye sorar, beni sorgulamadan çıkardın odamın kapısından içine çektiğin o duman ile... Büyük yürektin sen asında. Çünkü benim babamı sigara içtiği için uzaklaştırmıştın körfezin soğuk sularından… Aynı şeyi ikinci kez yaşamamak adına sindirmiştin torununun sigara bağımlılığını… Doğru ya da yanlıştı belki ama… Herkes doğruları ile ölmedi mi?

Babam ile içtik bu gece… Sohbet çok derin oldu. Sonra bir baktım ki; 67 yaşında bir delikanlı oturuyordu karşımda. Çok dayaklarını yedim ama sonraki hayatımda, bana hep bir şeyleri anlatmaya çalmıştı, anlamak istemesem de. Haklıydı belki de… Ama kafa kalın olunca…

Neyse, delikanlı gibi bir litre rakıyı beraber içtik. O anlattı. Ben dinledim… Ben dinledim o anlattı. Sonra avucunu içinde çıkan bir kitleyi gösterdi. Ben ne diye düşünüp elin incelerken, elinin üzerindeki buruşukluğu fark ettim. Sonra kahverengi lekeleri. O an dedem aklıma geldi. Onunda buruşuk ve lekeli elleri vardı.

O an kaybetme korkusu sardı her yanımı. Zordu… gerçekten zordu. Bana topa nasıl vurulması gerektiğini öğreten adamın yaşlandığını ve bir gün en istediğim anda yanımda olamayacağını bilmek çok zor geldi.

Sonra düşündüm. Her şey için bir zaman yaratabiliyordum. Ama sevdiklerim için..? Onlar için ne kadar önemli zamanı yaratmak? Ve daha da ötesi onlarla zamanı yaşayabilmek…

Kırmamak ve üzmemek gerek… Onları üzmemek için… Aynı şeyleri bizden sonrakilere yaşatmamak için… Ne ekersen onu biçersin lafını unutmamak için…

İyi bayramlar…

26 Ocak 2011 Çarşamba

Önüne konan her şeyi yeme…!

En keyif aldığım şey radyo dinlemekti. Daha ilkokula başlamamıştım. Güneydoğuda bir kasabanın küf kokulu lojman dairesinde oyun oynarken, bangır bangır çalardı radyo. Annemin soğan kokan eli ve “Nihansın didede” eseri… Unutulmaz!

Genelde masa altında küçük bir iki araba ile anlamsız oyunlarım vardı. Ne oynardım? Konusunu hala hatırlamam… Ama radyonun sanat müziği şarkılarını o yaşta ezberlemiştim. Bir de “Arkası Yarın” diye radyo tiyatroları vardı ki, özellikle bisküviyi çayda eritip yutarken dinlemenin keyfi hiçbir şeyde olmazdı.

Çok keyifliydi çok… O yıllarda bir de adını hatırlamadığım ama birkaç çocuğa güzel öğütler veren “Eşref Amca” adında bir dedenin programı olurdu. O öğütler sayesinde kimseye vurmadım. Kimseyi incitmedim. Kimsenin gırtlağını sıkmadım.

Güzel günlerdi…

Babam bir gün eve elinde koskocaman bir kutu ile geldi. Adı televizyondu. Dedem İstanbul’dan yollamıştı. O gece anten ayarlamakla geçti… Yakalayabildiğimiz tek kanal vardı o da Arap televizyonuydu. Hiçbir şey anlamadan baktık ekrana. Sonra da vazgeçtik bakmaktan. Radyo yine baş tacımız oluverdi.

Evin bir köşesinde televizyon siyah ve beyaz kalıverdi…

Kıbrıs savaşı sonrası bizim için İstanbul günleri başladı. O vakit eski evin dantelli atıl televizyonu, yeni evin baş köşesine kurulmuştu. Üstelik Türkçe… Sabah başlayan programlar, akşam istiklal marşı okunana kadar sürerdi. Ben gece illa ki ayakta hazır ol vaziyetinde, bağıra bağıra televizyon ile birlikte istiklal marşımızı söylediğimi hatırlarım.

Ne seyrederdik. Küçük Ev… Laura canım benim ne iyi kızdın sen. Pollyanna sonrası, sevgi yumağım benim… Taş devri… Tom ve Jerry… ve niceleri…

Ne verdi bize? Kardeşlik, dostluk, arkadaşlık, doğruluk, dürüstlük, acıma ve aklıma gelmeyen onlarca erdem…

Dizi kavramı tek kanalda gayet iyi gidiyordu. Küçük Ağa en sevdiğim diziydi. Çetin Tekindor’u tanıdım, Sevdim. Çalı kuşu vardı. 3-5 bölümdü hani, sapıtmamış Müjde Ar’lı Kenan Kalavlı siyah ve beyaz sadeliğindeydi. Zararsız ve toplumsal mesajlardı.

Ama o Dallas başladı ya, mertlik işte o an bozuldu. O dizide sahtekarlığı, yalanı, aldatmayı, riyayı vöe erotizmi öğrendik. Belki biliyorduk bu zaafları ama dizi sonrası bunları yapabilecek cesareti elde ettik. Neticesinde Ceyar yapıyor ve işin içinden sıyrılabiliyordu. Herkes böyle olacağını sandı ve o gün ülkemde kimi insanların davranış bozuklukları baş gösterdi.

Bugün ne oldu da oldu. Aynı Amerikan aileleri gibi olduk. Aptal kutusu içinden çıkan her şeyi beğendik.

Şiddet ister olduk. Bir çocuğun annesinden koparılmasını, bir kızın tecavüzünü seyretmekten kendimizi alamaz olduk. Daha lise talebesi veletlerin entrikalarını hayranlıkla seyrettik. İşin kötüsü arkadaş, eş, dost ziyaretlerini bile dizilere göre düzenler olduk.

Belki de emperyalist güçlerin istediği kıvama geldik. Öldüren, kan döken, söven, konuşması anlaşılmayan ve de inanılmaz abartılan hayatların hayalcileri olduk.
Önümüze her konulanı yer olduk.

Doğrusu bu mu peki? Önümüze her konulanı yiyecek miyiz? Ne zaman bunları bir kenara bırakıp hayatın gerçekleri ile yüzleşeceğiz? Ne zaman bilinçleneceğiz? Ne zaman benim dizim diyerek eşimizi kırmayı çocuklarımızı üzmeyi bırakacağız? Ne zaman???

19 Ocak 2011 Çarşamba

İnişlerim, çıkışlarım… Doğrularım, yanlışlarım

İlk kitabım yayınlandığı zaman gazeteci arkadaşlarımın yanına uğrayıp, kitap hakkında birkaç satır yazmalarını rica etmiştim. Sağ olsunlar kırmadılar. Hediyenin büyüğü küçüğü olmaz derler ya. O misal. İki satır bile yetmişti. Hepsi destekledi. Övgü dolu sözler sarf etti. Biri hariç.


O bana, o güne kadar nerede durmam, kimler ile birlikte olmam konusunda nasihat verdi. Babam bile benimle bu kadar ağır konuşmamıştı.

Eski yazı işleri müdürüm bana o gün dünyanın kaç bucak olduğunu anlatmıştı aslında. Her ne kadar yanından dişlerimi sıkarak çıktıysam da. Yoldaki parkeleri söylediği kelimelerle ile birlikte sayarken, ne kadar da haklı olduğunu düşündüm. Doğru yerde, doğru zamanda, doğru insanlarla birlikte olmak…
Doğru yerde, doğru zamanda, doğru insanlarla birlikte olmak… Beceren için hayatın sunduğu bir lütuf aslında. Beceremeyen için ise hayatın zulmü… Ben beceremedim çünkü insanları sevdim ve koşulsuz inanıp peşinden gittim. Doğru, yanlış ayrımı yapmaksızın…

Doğru insanlar sizi yerden yere vurur, yüzünüze doğruları söyledikçe, onlar sizin için kötüdür gerçekte. Ya da alaya alırsınız o tipleri, uçmuş, contayı sıyırmış, hayattan zevk almayan tipler olarak nitelendirirsiniz.
Yanlış insanlar ise sizi pof poflar ve gerçekliğin dışında tutar. Böylece hayatı toz pembe görmeye başlarsınız. Bu pembelik ise hata üstüne hata yapmanızı sağlar.

Rahmetli eniştem Özal dönemini yaşarken, Türkiye’yi yobazların basacağını dile getirmişti. Ben ise gülmüştüm. Okumuş adamdı. Sanatçı ruhu vardı. Hayvan ve bitki severdi. Sıkı içerdi. Adam gibi adamdı yani. Doğru söylemiş.

Bugün baktığınızda gerçeklikten uzak yaşadığımızın farkına sadece birkaç kişi varabiliyor. Özellikle son Galatasaray Arena’nın açılışında yaşananlardan sonra… Oysa aynısı Dünya Basketbol Şampiyonasında da yaşanmıştı. Bilet kesecek kimse yoktu. Bu kez bileti Galatasaray camiasına kesebildiler. Aynı şey Fenerbahçe ya da Beşiktaş’ın başına da gelebilirdi. Bilinçli olanlar ‘yanınızdayız’ diye mesajlar atarken, olayı algılamayanlar ise yaşananları taraftar kavgasına çekebilme başarısını gösterdi.
İşte sorun doğru ve yanlışı ayırt edememekte.

Doğru için mücadele verip, sabır göstermek gerekirken, yanlış için kulaktan dolma duyumlarla hareket edilebilmekte. E birde okumayan, masal ve hikayeyi sadece dinlemekten hoşlanan tembel bir toplum olduğumuz için yanlış yapmaya devam ediyoruz.

Bizleri yönetenler de bu zaafımızı çok güzel kullanıyor. Propagandayı sağlam yapıp halkın büyük çoğunluğunu etkiliyor. Zaten önemli olanda inandırıcı olmak değil mi? Buna inananlarda, eline geçirdiği bir silahla ki; bu kalem, bir tabanca ya da küfür bile olabilir, karşıt görüşleri ya da menfaatlerine ters çıkanları yok edebiliyor… Hırat gibi, Mumcu gibi, Üçoklar ve daha niceleri gibi…

Sonuç ? Sonuç yok.

 Bu böyle süregelecek. Ta ki insanlar, insanoğluna bahşedilen yeteneğini kullanana kadar. Düşünüp, kendilerince araştırıp, okumasını öğrenene kadar.

  Ta ki iletişimi sadece konuşmaktan ibaret olmadığını, doğru dinleyebilmenin aslında en iyi iletişim olduğunu görene kadar.

İyi bayramlar…